Gözü Açılmış Bir Türk



Gözü Açılmış Bir Türk

Başlama 07-05-2007 23:50 /Bitiş 17-09-2007 06:40

-Sevgili dostum Sami, Fransız'caya hâkimiyetinize hayranım. Bakın ben yıllarca Türkiye’de kaldım da, hâlâ Türkçe’yi doğru dürüst öğrenemedim. Neyse ki, sizin gibi kıymetli dostlar yardımcı oldu da, rahat ettim.

-Ne demek Pier, benim için zevkti. Asıl biz sana teşekkür etmeliyiz, sadece öğrencilerine Fransızca öğretmekle kalmadın, bizim de pratik yapmamıza katkın oldu.

-Yok yok, o başarı sizi ve sizin gibi niceleri yetiştiren yabancı dil eğitmenlerinizindir. Ben üniversitede dil eğitimi verirken, inanın epey yetişmiş, ilerlemiş öğrencileri buldum karşımda. Tabi, Türk gençlerinin bu yabancı dil öğrenme isteği, azmi, başarıyı getiren en önemli unsur.

Pier, Sarkozy’nin Cumhurbaşkanı seçilmesini kutlayan salondaki kalabalığa bir göz gezdirdikten sonra, ilerde fark ettiği birini işaret etti;

-Gelin Sami bey. Şu ilerde, çevresindekilere ateşli konuşmalar yapan dostum Jack ile tanıştırayım sizi. Uluslar arası bir kabiliyet, diyebilirim. Türkiye’de de benden çok fazla kaldığını duymuştum. Ortak konular bulacağınıza eminim.

Sami, uzun ve arkada atkuyruğu şeklinde bağlanmış saçlarının, omuzlarına dağılmış kısmını eliyle sırtına doğru attı. İçki kadehini kenara bırakıp, papyonunu da düzeltti. Sonra; “-Hadi gidelim.” dedi. Pier arkadaşını dikkatlice süzdü;

-İnanır mısın, görünüşün tam bir Fransız. Bıyıksız, uzun saçlı bu görüntün ve harika Fransızcan ile Türk olduğunu düşünmek bile zor.

-Teşekkür ederim.

-Yoo, yoo iltifat değil, gerçek. Hatta bu güzel Fransızca’nız ile, başka ülkede uzun süre kalmış, bir Fransız olduğunuzu sananlar çıkabilir.

-Beni şımartıyorsunuz.

-Bir deneme yapmaya var mısınız?

-Anlamadım, ne gibi bir deneme?

-Şu ilerde, çevresindekilerin dikkatle kendisini dinlediği, heyecanla konuşan Jack var ya.

-Evet.

-Yıllarca Türkiye’de bulunmuş demiştim ya, inanın ne görünüşünüzden, konuşunuzdan o bile Türk olduğunuzu anlayamayacaktır.

-Hımm, tamam, deneyelim.

-Hadi gelin, ben sizi tanıştırayım.

-Gruba yaklaştıklarında Jack, bir cümlesini tamamlıyordu;

-…Cezayir’e bakın, Fas’a bakın Fransız etkisini göreceksiniz. Ama antiparantez, diğer ülkelerde İngilizlerin bizden önde olduğunu kabul etmek lazım. Oooo… kimi görüyorum, Pier !

-Merhaba Jack. Nasılsın? Ha.. tanıştırayım, bu da senin çeşitli ülkelerde çalışmış, en son Kanada’dan gelen arkadaşım Frank.

O anda, Pier’in telefonu çalmaya başladı. Pier numaraya baktıktan sonra;

-Kusura bakmayın, önemli bir görüşme yapmam gerekiyor.

Pier müsaade isteyip uzaklaşırken, Sami merhabalaşıp, Jack’ın çevresindeki kalabalığa karışıp, bir köşeye geçti. Bakışlar kendisine dönünce, Jack konuşmaya devam etti;

-Zaten modern ülkelerin, ilkel ülkelere karşı sömürgecilik şekli artık çok değişti. Ne gerek var canım, her sömürgeye askerini götürüp, nöbetçi gibi dikeceksin. Hem masrafı çok, hem askerlerimiz için tehlikeli. Ele geçirdiğin ülkede, sana taraftar olan, menfaatlerini kollayacak birilerini bırakıp gizlice de destekleyeceksin. Dostluk mesajları vere vere askerlerini geri çekeceksin, o kadar.

Sami konuyu anlamaya çalışıyordu;

-Kültürel gelişmelerine de destek olmak gerekmez mi?

-Ah!.. dostum, kültürel gelişme nedir ki! Tabi, siz konuşmanın başını kaçırdınız. Şöyle belirteyim, bir Fas’lının, bir Cezayir’linin hatta Ruanda’lının kültürel gelişmesi bizim için ne kadar önemlidir ki.

-Önemsiz mi?

-Hayır, tamamıyla önemsiz değil. Ama önemi onlara değil, bize faydası kadar önemlidir. Onlara olacak kültürel katkımız, bizlere faydalı olmaları için, yapacakları hizmetlerin kalitesini yükseltmek içinse önemli.

-Afedersiniz ama pek anlayamadım.

-Onlara kendi yazarlarımızı, kendi dilimizi sunacağız tabi ama bunu onlar için değil, kendimiz için yapmalıyız, yapıyoruz. Onlarla herhangi bir irtibatımızda, ekonomik, turistik ilişkilerimizde niçin onların dilini öğrenmek zorunda kalalım ki. Veya yanımızda tercüman götürmek zahmetine, masrafına girelim ki.

Sami içinde kabaran rahatsızlığı belli etmemeye çalıştı;

-Yani geri kalmış ülkelerin Fransızca öğrenmesi, İngilizce öğrenmesi kendileri için değil, gelişmiş ülkeler için faydalı.

-Azizim, sınırları kesin çizmek mümkün müdür. Onların da için de bizim dilimizi, bilim öğrenmek için kullanan vardır. Ben çoğunlukla gerçekleşen durum için söylüyorum. Ekonomik sömürgecilik kadar, kültürel sömürgecilik de vardır. Büyük devletler savaş yok denilen anda bile birbirleriyle kültürel sömürgecilik konusunda savaşa devam eder. Biz de büyük bir ülke olarak bu konuda Amerika ile İngiltere ile rekabet halindeyiz. Fas, Cezayir, Senegal, Ruanda bizim başarılı birer kültürel sömürgemiz değil midir sizce.

-Ya Türkiye ?

-Oh! Türkiye. Doğrusu orda bir Fransız’ın işlerine yardımcı olacak kişiler bulması, turistik geziler için rehber bulması sorunu zor da olsa halledilebilir halde. Fakat orayı asıl ele geçiren kültürel sömürgecilik İngilizce konusundadır. Siz de Türkiye’de bulunduğunuza göre görmüşsünüzdür, öylesine ileri gitmiş halde ki, Türkçe dükkan ismine rastlamak bile zor. Üstelik ‘Noluyoruz!’ diye uyanacakları yerde, bunu iyi bir şeymiş gibi sunan insanlar çok.

Dikkatini toplar gibi Sami’ye baktı:

-Siz niçin özellikle Türkiye’yi sordunuz?

-En çok bulunduğum ülkelerdendir Türkiye ve orada dostlarım var.

Sami, intikam almak ister gibi, sözlerinin etkisini tartmak ister gibi Jack’ın gözlerine bakarak, içinde kabaran hırsla konuştu;

-Tabi o ülkeye her gidişimde, Fransız kuvvetlerini nasıl kovdukları aklıma geliyor.

Sami’nin hafifçe gülümsediğini fark etmediler. Jack gülümseyerek cevap verdi;

-Yoksa Türklerin ‘Sütçü İmam’ dedikleri adamı mı duydun?

-Evet, Fransız askerleri bir Türk kadınının (Bu sözleri söylememesi gerekiyormuş gibi bir an durakladıktan sonra devam etti) başörtüsüne uzanıp, zorla çıkarmaya kalkınca Sütçü İmam’ın başlattığı isyan.

-Kusura bakmayın, sayın Frank, siz Türkiye’de bulunmuş olabilirsiniz ama ben o ülke hakkında uzman sayılırım. Sütçü İmam’ı da Antep’li Şahin’i de bilirim. Durumu Türklerin şu atasözüyle açıklayım, belki duymuşsunuzdur; “Son gülen, iyi güler

-Yani

-Türklerin başını artık biz açmıyoruz. Bizim gibi medeni olmak adına, bilim hariç herşeyimizi uyguluyorlar. Bizim gibi olmak için başörtülerini de kendileri çıkarıyorlar, hatta çıkarmayana zorla çıkarttırıyorlar.

Sami, içinde bir sızının dolaştığını hissetti. Daha çok kısa zaman önce katıldığı “Çankaya’da eşi başörtülü birini görmek istemiyoruz” dalgasıyla başlayan mitingler aklına geldi. O düşünürken Jack da aynı konuyu açtı;

-Öyle saf insanlar vardır ki o memlekette, “Başörtülüleri yüksek makamlarda görmek istemiyoruz” diye başlayan mitingler vardı, duydunuz mu?

-Evet, kısa süre önce yine Türkiye’deydim.

-Tv’leri seyrederken ne göreyim, kendisine karşı yapılan bir mitingi desteklemeye başörtülü biri de gelmişti. Ekranda görünce şaştım kaldım.

-Şey… hatırladığım kadarıyla onlar laiklik için yürümüştü.

-Bırakın bunları, cahiller gibi konuşmayın. Amerika’da , “Beyaz sarayda siyahi istemiyoruz” diye bir yürüyüş olsa , sonradan ismi ne kadar değiştirilmeye çalışılırsa çalışılsın hiç bir siyahi destek vermez, (gülerek) aksi halde bu tam kara mizah olur.

-Aynı şey mi sizce ?

-İnsanların bir kısmını seçip, bir yerlere gelmesini yasaklı hale getiriyosunuz. Başına hangi bahaneyi eklersen ekle, aynı şeydir. Her ikisi de demokrasiden uzaklaşmadır.

Jack, ilerleyip tamamen Sami’nin karşısına geçti;

-Bakın, ben de kısa süre önce Türkiye’deydim ve yine gideceğim. Türkleri çok iyi bilirim, çabuk ateşlenir, öfkelenir ve kolay hata yaparlar. Yani çoğu kez mantıkları tatile çıkar.

Önemli bir şey söyleyeceğini belli eder halde, çok kısa sustu. Sonra;

-Yıllarca demokrasiden, insan haklarından bahsedenler bile, başörtülülere binlerce yasak koymayı demokrasiyle bağdaştırmak için çabalayıp duruyor. Ne olacak biliyor musunuz (küçük bir kahkaka atıp) birisi bu yaptıklarının demokrasiyle en ufak ilgisinin olmadığını göstermek için ortaya fırlayıp ‘Kral Çıplak’ diye bağıracak sonunda.

Sami zoraki gülümsedi;

-Ben de Türkiye’yi iyi bilirim. Orda yobazlar, gericiler vardır. İktidarı ele geçirirlerse kendileri gibi düşünmeyenlerin haklarını kısıtlarlar.

Frank, Sami’nin yüzüne dikkatlice baktı;

-Öyle konuşanlara, çıkarıp bir ayna vereceksiniz, ve sonra da ; “Güç elinde olunca, başkalarının haklarını kısıtlayanlar gerçekten var, aynaya bak göreceksindiyeceksin. Türkiye’nin böyle olmasından, bir Hıristiyan olarak çok mutluyum ama bir Türk olsaydım, sanırım bu kadar kör olmazdım. Siz de Türklerin arasında kala kala etkilendiğiniz belli oluyor. Olaylara içinden bakmak bazen yanıltır, yukardan bakın ve geneli görün.

Sami huzursuzca;

-Nasıl yani?

-Düşünsenize, özgürlük için bağrışanlar, özgürlüğü sadece kendi gibi düşünen, kendi gibi yaşayanlara istiyor. Böyle bir ülkede ne birlik beraberlik olur ne de gerçek özgürlük gelir. Avrupa’ya, hatta biz Fransızlara kızdıklarını söyleyenler, Fransızlara benzemeye çalışıyor. Hatta öylesine ileri gidiyor ki, bizim yıllarca önce başlarından zorla çıkartmaya çalıştığımız örtüyü, kendileri zorla çıkarıyor, çıkarmayana hayatı zindan ediyorlar. (Kahkaha atmamak için kendini tutar gibi gülümsedi) Özgürlüğü kısıtlamanın adına da demokrasi, laiklik filan diyorlar. Ama kızmıyorum çünkü bizler Müslümanlara yasaklar getirirken Türkiye’yi Tunus’u, Fas’ı örnek gösteriyoruz, ‘Orda bile bizden daha katı kurallar var’ diye.

-Bennn, bennn… Türkler’den pek ümitsiz değilim.

-Bırak yahu bırak, Türk gibi konuşma, Avrupalı gözüyle bak.

-Bu düşüncelerinizi öğrenseler, sanırım Türkler Fransızlara pek iyi gözle bakmazlar.

-Bırakın mönşör, Türkler gözünü açsa Fransızlardan önce düşünmeleri gereken çok konu var.

-Ne gibi.

-Yahu siz gerçekten nerde yaşadınız, uzaydan filan mı geldiniz. Türkiye’yi tanıdığınız söylemiştiniz oysa. Tekrar düşünün ve Türkiye’nin dostlarına bakın, ABD dostu denir, ama teröristlere yardım eder, Türkiye askerleriyle Irak’ta teröristlerin yuvasına operasyon yapmasın diye uğraşır, arada izin verdiğinde ise Türkiye boş dağları bombalar geri döner. Niye çünkü dostu teröristlere haber verip, yer değiştirtmiştir. Çünkü o teröristler İran’a karşı ABD’nin müttefikidir. Sonra İsrail’le savunma anlaşması yapar, “Uçakları İsrail’e modernize ettiriyoruz, karşılığındaki ücreti tahıl veya su ihracıyla ödeyeceğiz” der. Anlaşma bittikten sonra, İsrail çıkar; “Ben ürün almaktan vazgeçtim parayı nakit verin” der, lobilerden korkudan susup, öderler. Epey sonra tartışmalar çıkar, modernize edilen uçak ve helikopterlerin İsrail ve ABD hedeflerine kitlendiği anda atış mekanizmalarının da kitlendiğine,kullanılamayacağına dair. Yani sadece İran, Suriye gibi ülkelere karşı kullanılabilecek haldedir. Kimse resmi bir açıklamayla buna itirazda bulunmaz.

-Türkiye’nin düşmanı çok, Fransa’ya sıra gelmez mi diyorsunuz.

-Türkiye’nin 1. düşmanı Türkiye’dir. Yumruğunu masaya vurmadıkça, başına vurup lokmasını alan çok çıkar. Turgut Özal diye bir liderleri vardı, sanırım bilirsiniz.

-Evet.

-Doğrusu da, yanlışı da çoktur.

-Evet, ilk 3 yıldan sonra ailesinin etkisine girip, ülke yönetimini kötüye götürdü.

-Onları bırak magazinciler düşünsün, daha önemlileri var.

-Nedir ?

-1984’e kadar PKK diye bir sorun var mıydı ?

-Yeni yeni ismi duyuluyordu.

-Niçin diye düşündünüz mü?

-Öcalan diye biri çıktı.

-Off.. off… Azizim Türkiye konusunda cahilsiniz dersem lütfen darılmayınız, çünkü bu bir gerçek.

Sami darılmayı filan düşünecek halde değildi. Yüzündeki sıkıntılı hali cahillikten öte duygular içeriyordu;

-Anlatınız monşör.

-Özal, özellikle ilk yıllarında büyük hedefler içindeydi, ülkeye çağ atlatmak niyetinde olduğunu söylerdi. Bu hedefinin ilk adımlarını GAP projesiyle gösterdi. Batı ülkeleri zayıf bir Türkiye’yi dost görebilir. Güçlü bir Türkiye, kendi sorunlarını aşarsa, dostlarını da düşünmeye başlar, dostluklarını genişletir, lider ülke olur ki bunu istemeyiz. Kendi sorunlarıyla uğraşan bir Türkiye ise burnunun dibinde olanlarda bile başını kuma gömer.

-Irak’taki gibi.

-Tabi, Irak’ta, Filistin’de, Azerbaycan’da, Afganistan’da. Biz Osmanlı’nın devamı diye Ermeni isyanları nedeniyle zorunlu göç yapılmasında imkansızlıklardan yaşanan ölümleri abartıp Türkiye’den hesap sorarız; siz Osmanlı'nın devamısınız, bedelini ödeyin” deriz ama onlardan biri çıkıp da “Madem biz Osmanlı’nın devamıyız, öyleyse biz de eski Osmanlı topraklarındaki zulümlere karşı çıkarız” derse…

-…derse itiraz edersiniz.

Jack güldü;

-Aslında biz itiraz etme hazırlığındayken, Türkiye’den birileri çıkar “Faşistler size ne oralardan!” filan diyerek, Türkiye’yi küçük düşünmeye, kabuğuna çekilmeye zorlar. Türkler çok farklı insanlardır. Kendi kahramanlarına düşmandırlar ama İngilizlerin kahramanı sayılan ama 1. dünya savaşında Türklere biyolojik bomba atılmasını öneren, hatta karşı çıkıp da “Uluslar arası anlaşmalara göre insanlara karşı biyolojik bomba atılması yasaklandı” diyenlere, “Türkler insan sayılmaz ki! “diyen İngiliz siyasetçi Churchill’i överler, onu kahraman gösteren belgeselleri Tv’lerinde yayınlarlar.

-Hımmm…

-Neyse Özal’ı anlatıyorduk. Özal’ın GAP projesine karşı çeşitli şeyler denendi, sol-sağ çatışmasının askeri darbeden sonra pek işe yaramayacağı görüldü, Alevi-Sünni çatışması denendi. Kısa süre ama başarılı olarak Bulgaristan’dan zorunlu göç olayıyla Türkiye uğraşmak zorunda bırakıldı, maddi zayıflatıldı. Sonra Kürt-Türk kavgası için zemin oluşturuldu.

-Zemin ?

-Özal zamanına kadar Türkiye’nin Kürt-Türk sorunu var mıydı ! Ne zaman Özal, GAP projesine başladı, ABD PKK denen örgütü kurdurup, Armstrong vasıtasıyla Güneydoğunun haritasını çıkarmaya, teröristlere mühimmat sığınakları yapmaya başladı.

-Bu ciddi bir iddia.

-Öyle mi! 80’li yılları araştırın bakalım, “-Nuh’un gemisini arıyorum !” bahanesiyle Cudi dağında dolaşmadık yer bırakmayan, yanına jandarma verilmek istenince karşı çıkan Armstrong adlı ABD’liyi.

-Mutlaka bakacağım.

-O zaman Müslümanları terörist gösterebilmek için benzer şekilde çalışan ‘Adam Pearlman’ı da araştırın. Veee… gelelim Özal’ın son hatasına; Batılı ülkelerden sonra Rusya’yı da karşısına almak oldu. Gerçi bu kendi ülkesi için iyiydi ama batılılar ve Rusya için pek de iyi değildi.

-Neydi bu hata?

-Türki cumhuriyetlerle ilişkileri geliştirmeye kalkmak. Bu Rusya’nın emperyalizm bölgesine müdahale demektir. Türki cumhuriyetlerde hala Rusya’dan korkanlar veya Rusya için çalışanlar vardı. Öğrendiğim kadarıyla Özal’ın yemekleri kontrol edildiğinden, tabaklarına zehir sürülüyormuş ve bir seferde ölüp de sorun olmaması için azar azar.

-Aman Allah’ım !

Sami’nin şaşkınlıkla söylediği bu söz Jack’ın gözünü açtı. Sami durumu anlayıp, aynı şaşkınlık sözünü Fransızca ve İngilizce’de söyledi.

-O sözünüzü söyleyiş tarzınız bir an Türk olduğunuzu düşündürdü.

Sami sadece gülümsedi. Oysa içi yanıyordu.

-Pek, bunları Türkiye'dekiler anlamıyor, bilmiyor mu?

-Bilenler, anlayanlar var tabi ama bir şekilde ya ön plana çıkmaları ya da ciddiye alınmaları engelleniyor. Bir sürü yazar var da böyle konulara değinenlerden şu ikisinin ismi aklımda kalmış, Fehmi Koru, İbrahim Karagül okudunuz mu hiç.

Sami salon kapısında girmekte olan Pier’i fark etti.

-Okumadım ama okuyacağım. Gerçekten benim için aydınlatıcı oldu. Hatta gözümü açtınız diyebilirim.

-Ne oldu gidiyor gibisiniz.

-Bir randevun aklıma geldi, hemen çıkmam gerek.

Sami kapıya doğru giderken, yanlarına yaklaşan Pier gülümseyerek sesleniyordu;

-Jack, nasıl buldun Sami beyin Fransızcasını.

Sami, Pier’in elini aceleyle sıkıp kapıya yöneldiğinde, Jack’ın sesini duydu;

-Sami mi, o da kim ?

Başlama 07-05-2007 23:50 /Bitiş 17-09-2007 06:40

Ahmet Ünal ÇAM

Şair-Yazar http://fonmp3.googlepages.com/Ens_kazakatlari.wma">


Yorumlar